22 Aralık 2015 Salı

Yakışıklı Brad Pitti'i mundar göremedik yine Z Dünya Savaşı


Dünya Savaşı Z (World War Z) filmini neden seçtiğimi itiraf ederek başlamak istiyorum. Afişlere bakarken yakışıklı Brad Pitt'in iğrenç bir zombiye dönüşeceği fikri bana çok cazip geldi. Ha şimdi dönüşüm olacak ha birazdan diyerek sürdü film. sürprizi sona saklayayım ama İMDB bu filme 7.0 vererek koca bir balon olmasına katkıda bulunmuş.Konu zayıf, bir kaç gösterişli sahne dışında büyüleyici sahnelerden yoksun.Pitt hayranı değilseniz zaman kaybıdır diyebilirim. http://www.imdb.com/title/tt0816711/


ŞİMDİ DÖNÜŞÜM OLACAK HA BİRAZDAN DİYEREK
O dönüşüm bir türlü gerçekleşmedi. Zombiler önüne geleni tarumar ediyor, Brad abimizden minik bir ısırık bile almıyorlardı bir türlü.
Alttan alta yine ABD süper güçtür, dev uçak gemileri, güçlü ordusu vs propagandasının ardından bütün dünya kaynağı bilinmeyen bir salgından zombileşen insanlara teslim olur. Dünyayı bu dertten kurtaracak olan her zaman olduğu gibi yine bir ABD'li kahramandır.
Bir kaç ülke fon olarak kullanıldıktan sonra kahramanımızın yolu bir anda İsrail'e düşer. Burada Filistin halkına karşı yapılan duvar bilinç altımıza doğru haklı gösterilmeye çalışırken ardından kendimizi bir anda bir ilaç laboratuvarında buluruz.
Çok kanlı değil. İğrenç değil. Sağdan soldan vücut parçaları dökülmüyor. Bu sebeplerle zombi filmi izlemekten sakınanlar belki izleyebilirler.Kan yok ama başka şu da vr bu da iyi diyebileceğim bir şey de yok.Birilerinin parası var, düdüğü çalıyor işte.
Dünyada gerçekten zaman ayrılması gereken o kadar çok çok sanat eseri bizi bir yerlerde beklerken insan geçen zamanına acıyor.








6 Ekim 2013 Pazar

Andımız kim tarafından yazılmıştı?

Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir. Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması... 

Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş. 

Liseyi İzmir’de okumuşlar. 

Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. 

Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş. 

Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. 
Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış. 

1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş: 

'Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.' 

Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi ‘milletin bir ferdi' sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi'nin... 

Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş.

Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti'nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş. Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış. 

Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır: 

1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı. 
Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye'den 'tabya Öğretmen’iydi. Kazım Özalp’in 'Atatürk’ten Anılar' kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, 'kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini' belirtti. 
Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi. 

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: 
'Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi' dedi. 'Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. 
Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.' 
Sofra gerildi. 
Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. 'Bu konuyu uzatmayalım. 
Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız' dedi. 
Ama Reşit Galip alttan almadı. 'Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir! . 
Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.' 

Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekâletinden izin alamamışlardı. 

Reşit Galip 'Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez' diye kestirip attı. 

Atatürk’ün kaşları çatıldı. 'Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz' diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. 
Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki: 

'Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.' 

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu: 'Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?' 

'Kusura bakma Paşam, taşımıyor ! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.' 

'Sizi de eleştiririm!' Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: 'Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem' diye haşladı. 

Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: 'Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.' 

İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. 

Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya'dan 'İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz' yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben 'yardımcı olunması' isteğini yazmış, Rus çifte vermişti. 
Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu. 

Atatürk bu kez kızmadı; 'Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin' diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu. 

Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı: 'Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.’ 

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp 'Öyleyse biz kalkalım' dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar. 

Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir: 

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. 

Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar. 'Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik' derler. Atatürk 'Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz' der. Sonra 'Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var' diye ekler. 

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler; 'Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile' demektedir. 

Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar. 

Rose Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım: İş Bankası Genel Müdürü! Muammer Eriş, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir. 

Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünundan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı. 

Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle 'deli gibi çalışıyor' ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. 

Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi'ye 'Paşam', Gazi de ona 'Doktor' diye hitap ederdi. 

Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, 'Seni eve ben bırakacağım' demiş. Eve bırakınca O da saygıdan, 'Ben de sizi uğurlayacağım Paşam' karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. 

Dinlenmesi ! tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış. 

1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 

1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş. 

'Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış' 

Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan

'Türküm doğruyum çalışkanım' andı var ya... 

Kim kaleme almış biliyor musunuz? 
'Reşit Galip...' 

O andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını eminim çoğumuz bilmeyiz.



“Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...”

30 Mayıs 2013 Perşembe

Tükeniyorum


Oyuncu mu, köle mi?

Muhteşem Yüzyıl Dizisi  ve onun önemli rollerinden Hürrem karakterini canladıran Meryem Uzerli’nin yaşadıkları; bana bir kez daha ülkemizde soluduğumuz havayı, sanat atmosferini sorgulama gereği hissettirdi.Daha satırlarımın ilk kelimelerinde ; “sanat dünyasının bunca sıkıntısı varken, Devlet Tiyatroları’nın, sahnelerin başında bunca felaket dolaşırken bölüm başı onlarca milyon alan bir hanımefendinin durumunu irdelemek ne kadar doğru “ sorusu zihnimde dolanırken, aslında her şeyin bir diğeri ile ne kadar ilintili olduğuna kanaat getirerek buaradan devam etmek istedim.
Nedir yaşanılılanlar? Bir oyuncunun çalışma şartlarından kaynaklı tükenmişlik sendromu yaşayarak işini bırakması!. Bunun karşılığında  aldığı eleştirler, Türkiye’de bir daha iş yapamama ihitimali, milyon dolarlık tazminat riski. Genç bir kadın tüm bunları nasıl göze almıştı. Ya da neler yaşamıştı ki bunların başına gelme ihitimalini bile hiçe saydı.
Bir insan emeğinin karşılığını almak ister. Zamanında almak ister. Ama herşey sadece para da değildir. İnsanca çalışma şartları ve kazandığı paranın hayrını görebilme zamanları da ister. Dizi sektörümüzün uzun zamandır içinde bulunduğu ağır çalışma koşulları hepimizin malumu. Sahne önünde görece iyi kazanan bir kaç oyuncunun ışıltılı hayatı bile, kamera arkasında yaşanılan acımasız dünyanın karanlığını aydınlatmaya yeterli olamadı. Neler gördük. Ölen set çalışanları, kaza geçirenler, dayak yiyenler, tehdit edilenler, hastalananlar, evinin yolunu, çoluğunun çocuğunun , eşinin yüzünü unutma noktasına gelenler.
Neden peki ? Şartlar böyleymiş. Reklam pastası küçük, pay almak isteyen çokmuş. Dizilerin saatleri uzun ama reklam süreleri azmış. Yapımcılar zarardaymış, televizyonlar para kazanamıyormuş. Para kazanamadıklarından da harcamak için buldukları yegane şey, insan emeği, onuru ve hatta hayatı olmuş. Kimin umurunda.
Hiç birimizinumurunda olamadı zaten. Tv başında geçirlen o keyifli saatler boyu düşünmedik hiç birimiz. Bu dizilerde neler yaşanılıyor. İnsanlar hangi şartlarda çalşıyor. Ölenler neden öldü, sakat kalanlar neden yaralandı? Taki gurbetçi bir kızımız bu işlerin böyle gelip böyle gidemeyeceğini yüzümüze haykırıncaya kadar. Köle değil insanım ben, insan gibi çalışmak, insan gibi kazanmak ve insan gibi yaşamak istiyorum diyinceye kadar. Evet hepimizin ortak dileği bu. Peki bu evrensel dilek, ülkemizde neden yerine gelemiyor.
Çünkü kapaitalizmi icat edenlerin ruhuna rahmet okutacak kadar acımasız bir piyasa sisitemine mahkum edildik te ondan. 12 Eylül 1980 darbesinden itibaren hep emek “tu kaka”, “sermaya”, “para” baş tacı edildi de ondan. Kara paraların aklanıp, kara ellerin iş dünyasına hakim olması sağlndı da ondan.
İkitidarla arası iyi olmayan yapımcılık,bankacılık, patronluk  yapamaz oldu da ondan.  Sonuçta da paraya tapan insanların, kara insanların yanında etikti , insanlıktı, onurdu dediğimiz anda kovalanır olduk da ondan.
Onun için Meryem tükenmişlik sendromu yaşıyor. Selin sette ölüyor.Deniz yaralanıyor.
Onun için Ahmetler, Mehmetler tersanelerde demir yığınlarının altında kalıyor.
Onun için isimsiz onlarca emekçimiz madenlerden mezarlarda sonsuzluk uykusuna terk ediliyor.
Nereden nereye ....Ben magazin dünyamızın son çiçeği Meryem Uzerli’nin  yaşadıklarını paylaşacakkken , nerelere nerelere geldik. Evet bu çiçeği de soldurduk , tıpkı diğerleri gibi.Tüketttik.
Ama şunu görmeliyiz ki ve Meryem kızımız da bilmeli ki tükenmişlik hastalığına yakalanan bir tek o değil.  Çalışanlarını insan değil makine hatta köle gibi gören  patronlar yüzünden ülkece; oyuncusu, doktoru, bankacısı, beyaz yakalısı, mavi önlüklüsü, tulumlusu , baretlisi  tüm emekçiler  “tükendik” artık.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Balkondakiler


 “Cyrano de Bergerac”
Tiyatroya gönül vermiş herkesin  kalbinde özel bir yeri olan muhteşem eser. Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sergilenilecek diye duyunca nasıl meraklandığımı, heyecanlandığımı kelimelerle anlatmam zor. Bu müstesna eseri izlemek için fırsat kollarken, arada geçen zamanda değerli isimlerin kalemlerinden çıkan yorumlar heyecanımı daha da artırdı.  
.... “Kocaman birbaşlık sevinçle yerimden fırlattı beni.. Bir nefeste okudum..Ankara Devlet Tiyatrosu, Cyrano de Bergerac'ı yeniden sahneliyormuş.Yönetmen Işıl Kasapoğlu.. Kılıç düello sahnelerini Ali Tayla hazırlamış.Cyrano, seyrine doyamadığım oyunlardan biridir. Büyük Cüneyt'ten, muhteşem
Mücap'tan izledim, yıllar yıllar önce.. Sabri Esat Siyavuşgil'in olağanüstü şiirselçevirisi başımın ucunda durur.. Keyiflenmek istedikçe açar okurum.. Tiradlarınçoğunu ezber bilirim hatta..Şimdi hem de Işıl Kasapoğlu gibi bu ülkenin en önde gelen yönetmenlerinden biri,hem de Devlet Tiyatrosu'nun imkanlarıyla, müzikleri ve danslarıyla birlikte sahneyekoyuyorsa...”(Hıncal Uluç)

...Işıl Kasapoğlu'nun, 'üstün-yapım' anlayışıyla sahneye getirdiği 2012-13 Ankara DT yapımı 'Cyrano' , baştan sona 'teatral' bir konsepte oturtularak gerçekleştirilmiş. Sahne olayı, dekor (Hakan Dündar), giysi (Esra Selah), ışık tasarımı (Yakup Çartık), müzik (Joel Simon), birkaç noktada şarkı kullanımı ve 'toplu hareket akışı' yoluyla, 'operatik'/'müzikal' bir atmosferle sarılıp sarmalanmış. Böylece, oyunun temel dokusunu belirleyen 'şiir söylemi'ni sahnede yatkın kılacak bir altyapı oluşmuş.
Cyrano de Bergerac'ı oyunuyla ölümsüzleştiren Rostand'ın sahne dili olarak şiir kullanımı, oyunun Türkçe çevirisini yapan Prof. Sabri Esat Siyavuşgil'in metnini de ölümsüz kılmıştır. 'İstemem, eksik olsun' ve 'Herşey olayım derken hiçbir şey olamadı' tiradlarının birer 'arya' tadına ulaştırıldığı bu çeviri 'biricikliği'ni korumakta, sanatçılar için 'ustalık sınavı' niteliği taşımaktadır....(Ayşegül Yüksel)
...”Oyun, konudaki derinliği ele alamamasına rağmen, üç saati aşkın süresinde anlatmayı başarabildiği kadarını keyifli bir sunumla çıkarıyor karşımıza. Büyük usta Işıl Kasapoğlu, izleyiciyi sürekli oyuna bağlamayı başarıyor. Yönetmenin bu etkisine en büyük katkıyı ise şüphesiz ki dekor yapıyor. Hakan Dündar mükemmel bir sahne tasarlayarak son yıllarda izlediğim en güçlü dekoru ortaya koyuyor. Beş ayrı sahne tasarlanmış oyun için. Her biri şaşırtıcı detaylarla, hayranlık uyandıran bir sanat eseri. En son bölümdeki ağaç ise izleyenler arasında bir uğultu uyandıracak kadar ihtişamlı...”(Emre Saklıca)
Tüm bu yorumların eşliğinde tuttum  gişenin yolunu. Oyuna  pek çok temsil gerçekleşmiş olmasına rağmen o kadar yoğun ilgi vardı ki ancak balkondan bilet alabildim. Bu durum merakımı ve mutluluğumu daha da artırdı. Tiyatral bir ziyafet beni bekliyordu.
Oyun günü balkonda yerimi aldığımda çevremdeki aklımda replikler uçuşup duruyordu. Kah burun tiradından replikler, kah düello esansındaki tirad, zihnimden akıp geçiyordu.
Oyun ve hayal kırıkğım ise aynı anda başladı. Tamamen söz oyunları üzerine kurulu bu muhteşem eseri duyamıyordum.  Kıymetli sanatçılarımzın sesleri balkona ulaşmakta ne yazık ki büyük kayıplar veriyordu. Başroldeki birkaç oyuncunun sesleri hariç çoğunlukla mırıltı kıvamında duyulabildi. Sonrasındaysa oyunun pek bir anlamı kalmadı. Balkondaki 250 kişi; böylesine muhteşem bir eseri izlemekten ve duymaktan mahrum kaldı zaman zaman. Burada öncelikli sitemim tek bir seyiricinin bile  ne denli önemli  ve değerli olduğu gerçeğinden umarsızca uzak kalarak bu oyunun Büyük Tiyatro’da oynatılması sebebiyle Ankara Müdürlüğüne. Oyunun üçte birlik kesimi neredeyse sahnenin önünde geçen oyunda balkondaki izleyicler adeta hiçe sayılmış. Oyunu neredeyse ezbere bilmezem devamlılığı sağlayamayacaktım.
Çok güzel şeyler yazmak istesem de duyamadığım ve göremediğim bir oyun için birşeyler söylemek haksızlık olur diyerek satırları noktalamalı.  Ama dereyi geçip denizde boğulmak, bir çuval incirin berbat olması bu gibi durumlar için kullanılan sözler olsa gerek...
Altan Alkan


6 Ağustos 2012 Pazartesi

Yeni Günler Aynı Acılar

Tarihe dikkat. yöneticilerimizin aymazlığı devam ederken yeni bir yazı yerine önce bu satırları yeniden paylşamk ihtiyacı hisessetim.

31 ARALIK 2009 PERŞEMBE

Bazı evlerde yıl hep eski kalacak.

Bu gece Noel Baba doğduğu topraklarda biraz daha fazla zaman geçirmeye karar verip turlarken önceki senelere göre daha az bacadan duman tüttüğünü görür. Hem merakından hem de koca poposunu sıcak ocak ateşlerinden korumak için o evlerin bacalrına yönelir öncelikle. Kızağıyla damların üzerinde şöyle bir turlayıp dumansız bir bacadan süzülür. Bacadan odaya kafasını uzattığında karanlıktan bir üey seçemez Ne bir yılbaşı süsü, ne yanan bir lamba ne bir mum. Sadece zifiri karanlık. Biraz gözleri karanlığ alışınca yaşlı bir kadının kucağında bir fotğrafla uyakaldığını fark eder. Düşüp kırılmasın diye çerçeveyi yavaşça yaşlı kadının elinden alırken gözü fotoğraftaki genç askere ilişir. Pırıl pırıl umut dolu ışıltılı gözler oana bakmaktadır. Önümde uzun yıllar var. Neler bekliyor beni hayatta seveceğim sevileceğim, anama torunlar verip evimi neşelendiriceğim der gibi.. Tam çerçeveyi sehpaya bırakırken bir yazıyı fark eder. Tokat-Reşadiye-2009
İçini anlamlandıramadığı bir sıkıntı basan Noel Baba hılza çıkar o evden başka bir eve hatta başka bir kente kadar atar kendini. Yine tütmeyen bir bacadan girer içeri.Ama aynı karanlık burada da vardır.İçerde büyük bir yatak yatakta günlük kıyafeleti ile sızıp kalmış yalnız bir adam, her yerde boş içki şişeleri. Ve şişelerin arasında daha küçük şişeler.Küçük şişleri eline aldığında çeşit çeşit grip ilacı olduğunu görür.İçindeki sıkıntı daha da artmaya başlamıştır. Deniz kenarında bi yerlere gitmeli diyerek sürer kızğını demiz kenarı bir memekete.Denizin etksiyle nemi artan havdan mı başka bir sebebten mi bu kente yaklaştığında da bir ürperti kaplar tüm vücudunu...Küçük tek katlı bir evin bacsaından dalar. Evin içi daha da soğuktur. Tanmayan ocağın yanında kömür çuvalını görünce anlamda vermez bu soğukluğa. Odadaki yaşlı çifte yaklaştığında hayreti daha da artar. Yaşlı çift bağarlarına koca birer kömür parçasını dayamış öyle uyuya kalmışlar. Tam masanın kenarında bir not görür. Dün ilk kömürümü çıkardım madenden.
Hızla çıkar Noel Baba odadan şehirden ülkeden. Ve gökyüyünden tüm ülkelere şöyle bir daha bakar. Doğduğu toprakların dışındaki ülkeler geceye inat ışıl ışılken, kendi ülkesi karanlıklar içindedir. BKendi kendine sorar. Bu kadar sönmüş ocak varken nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa

24 Temmuz 2012 Salı



Afife Jale’ye teşekkür borcu…
Bugün 24 temmuz. Pek çok olayın yıldönümü. Mesela basında sansürün kaldırılmasının yıl dönümü, mesela Lozan Antlaşmasının yıldönümü.
Biz tüm bunları ve başka  başka konuları saatlerce konuşacağız. Elbette hepsi kendi içinde çok değerli , önemli ve konuşulası. Ama ben isterdim ki bir “kahraman” kadın da unutulmasın bugün. Her ortam da her fırsatta anılsın.
Adı okullara, sokaklara,tiyatro salonlarına verilsin. O kadın bir bayraktar. Bir kadın şövalye .
Afife Jale den söz ediyorum. 1902 yılında İstanbul ‘da doğmuş. İlk Türk kadın tiyatro oyuncusudur.
Afife’nin nasıl bir kahramanlık yaptığını; günümüzde ki yöneticilerin ve hatta halkın tiyatroya olan yaklaşımını düşünürsek daha iyi anlarız.2012 de tiyatronun gerekliğinin sorgulandığı bir ülkede ; sanatçıların aydınların bile devekuşları gibi kafaları toprağın altına gömdükleri bir ülkede o taaa 1918 de ailesine, mahallesine, çevresine her türlü baskıya direnip yüreğinin sesine kulak vermişti. babasına,çevresine
Afife şöyle sesleniyor. "Beni acıyarak değil, düşünerek severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa ben varım" inancı ve aşkıyla yaşıyordu Afife, "Olmak ya da olmamak" işte gerçek buydu onun için. "Olmak"la sanatını icra etmek eşanlamlıydı, bu eşanlam da tiyatroydu. Toplum hayatında ilk olmak; yani onun deyimle "ilk ateşi yakmak"," ilk türküyü söylemek"," ilk aşkı ya da direnişi başlatmak" bir olaydı ve bunun her zaman bir bedeli vardı. İlkler yol boyu bu bedeli ödediler."
Bu zaptiye baskının ilkinde Afife arkadaşlarınca kaçırılmışsa da daha sonra sokakta polisce yakalanarak karakola götürülür. "Dinini, milliyetini unutan sen misin?" diye hırpalanır. Aile içinde babası da onun tiyatrocu olmasına karşıdır. Babasının gözünde Afife artık .o…dur. Evden de ayrı yaşamak zorundadır. Bu arada Darülbedai'deki ücretli görevine de son verilir. Güvencesiz ve parasızdır. Önüne geçilemeyen şiddetli başağrıları başlar. Hekimi morfinle tedavi yoluna giderek büyük bir yanlışlık yapar. Bunun sonucu Afife artık bir morfinmandır. Bu nedenle yaşamının son yıllarını Bakırköy Akıl ve Sinir Hastanesi'nde geçirir ve 39 yaşındayken burada ölür.(*Nezihe Araz’dan alıntı)
El cümle. Hepimizin hayalleri ve hayal kırıklıkları var. Hepimiz ideallerle çıktık yola. Çoğumuz geri döndü, bir kısmımız başka yollara satı. Çok azımızsa inatla, dirençle sürdürüyor adım adım da olsa ilerleyişlerini..
Hayalimize kavuşmak hiç de kolay değildir. Bazan Don Kişotluktur. Bazan delilik ve hatta Afife’nin sonunda olduğu gibi bazen gerçekten de delirebiliriz. İdealimiz, aşkımız ya da hedefimiz uğruna. Ama bu yol kısa da olsa uzunda olsa her adımı bize aittir. Ve her adımdaki her nefeste yaşadığımızı hissederiz. Diğer yoldan gidenlerse aldıkları nefesi hayat zannederek yaşayan ölülere dönüşür.
Kaldırıp başınızı bir bakın etrafınıza kaç kişinin gözlerinin feri sönmüş kaç kişi gerçekten ışıl ışıl bakıyor.
Gözlerimizdeki ışıltının kaybolmaması için hayallerimizin yaşaması gerekiyor.
Sımsıkı sarılın hayalinize, idealinizi aşkınıza ki yaşayan bir ölüye dönüşmeyelim.
Ve Afife Jale gibi idealleri uğruna her şeyi göze alan kahramanları da unutmayalım. Saygı ile analım. Ben kendi adıma bir kez daha söylemek istiyorum ki: Teşekkürler Afife; hayat senin sayende daha katlanılası bugün.
Yürekten alkışlıyorum yıllarca sonrasından sahnedeki emeğini.
Altan Alkan 24 Temmuz 2012 Ankara

15 Temmuz 2012 Pazar

Yazgı,Yalnzılık ve Yazmak...


Yazgı,Yalnzılık ve Yazmak...

Yalnızlık yazarın yazgısı mıdır diye düşünüyordum uzun zamandır. Sonra bu düşüncemi oluşturan cümledeki üç ana kelimenin aynı iki sesle başlaması ve anlam bütünlüğü için birbirlerine ihtiyaç duyuyor olması beni; düşüncemdeki savdan kuşkulanmaya itti. Ve daha sağlıklı bir yorum yapmak için önce bu kelimeleri en yalın anlamlarıyla, sözlük halleri ile görmek istedim. Ve TDK sözlüğe şöyle bir baktım. Ne dese beğenirsiniz kelimelerimiz için;
Yazgı: Bütün olmakta ve olacak olanları önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlediğine inanılan doğaüstü güç,
Yalnızlık: Kimse bulunmama durumu, ıssızlık, tenhalık.
Yazmak: Söz ve düşünceyi özel işaret veya harflerle anlatmak.
Söz ve düşüncelerini özel ,işaret ve harflerle anlatmaya neden ihitiyaç duyar bir insan. Bütün olmakta olan ve olacak olanları önceden düzenlediğine inanlılan bir güç karşısında durabilmek için etrafına baktğında kimse bulamamasından,ıssızlığın tam ortasında bir başına kamış gibi hissetmesinden midir?
Evet bazılarımız sadece hayatımızıda olup bitenlere anlam verme çabamızı aklımızdan geçirmekle, düşünmekle yetinirken bazılarımzı ille bu düşünceleri kağıda dökmek ister. Döktüğü yetmezmiş gibi bunları bir başka gözün görmesi, bir başka aklın süzgecinden geçmesi ve bir başasınında öyle düşünüyor, hissediyor olmasını diler.
Aksi olsa düşünür geçer giderdik. Ama olmuyor. Adına kader, yazgı ,din her ne dersek diyelim bizim göremediğimiz ve ne yaparsak yapalım hayatımızı şekillendirdiren bir güç olduğuna inanmamız ve o güç karşında tek başına olamaıyacağımız endişesi bizi yazmaya itiyor. Yazdıkça biliyoruz ki ya da kendimize diyoruz bu evrende yalnız değilim. Benim acımı acımı, paylaşan dertdaşlarım var. Ve ben bir anlamlı sonuç, çare bulmasam da elbet bir gün onlardan biri bu hayata bir anlam katar.Aziz Nesin usta demiş ki: Yatağına yatınca; Yüreğinin sesinden uyuyamıyorsan, Anla ki yalnızsın...
Orhan Veli ne diyor peki:
 Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret, Bilmezler.
‎ Cemal Süreya
"Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası"