30 Mayıs 2013 Perşembe

Tükeniyorum


Oyuncu mu, köle mi?

Muhteşem Yüzyıl Dizisi  ve onun önemli rollerinden Hürrem karakterini canladıran Meryem Uzerli’nin yaşadıkları; bana bir kez daha ülkemizde soluduğumuz havayı, sanat atmosferini sorgulama gereği hissettirdi.Daha satırlarımın ilk kelimelerinde ; “sanat dünyasının bunca sıkıntısı varken, Devlet Tiyatroları’nın, sahnelerin başında bunca felaket dolaşırken bölüm başı onlarca milyon alan bir hanımefendinin durumunu irdelemek ne kadar doğru “ sorusu zihnimde dolanırken, aslında her şeyin bir diğeri ile ne kadar ilintili olduğuna kanaat getirerek buaradan devam etmek istedim.
Nedir yaşanılılanlar? Bir oyuncunun çalışma şartlarından kaynaklı tükenmişlik sendromu yaşayarak işini bırakması!. Bunun karşılığında  aldığı eleştirler, Türkiye’de bir daha iş yapamama ihitimali, milyon dolarlık tazminat riski. Genç bir kadın tüm bunları nasıl göze almıştı. Ya da neler yaşamıştı ki bunların başına gelme ihitimalini bile hiçe saydı.
Bir insan emeğinin karşılığını almak ister. Zamanında almak ister. Ama herşey sadece para da değildir. İnsanca çalışma şartları ve kazandığı paranın hayrını görebilme zamanları da ister. Dizi sektörümüzün uzun zamandır içinde bulunduğu ağır çalışma koşulları hepimizin malumu. Sahne önünde görece iyi kazanan bir kaç oyuncunun ışıltılı hayatı bile, kamera arkasında yaşanılan acımasız dünyanın karanlığını aydınlatmaya yeterli olamadı. Neler gördük. Ölen set çalışanları, kaza geçirenler, dayak yiyenler, tehdit edilenler, hastalananlar, evinin yolunu, çoluğunun çocuğunun , eşinin yüzünü unutma noktasına gelenler.
Neden peki ? Şartlar böyleymiş. Reklam pastası küçük, pay almak isteyen çokmuş. Dizilerin saatleri uzun ama reklam süreleri azmış. Yapımcılar zarardaymış, televizyonlar para kazanamıyormuş. Para kazanamadıklarından da harcamak için buldukları yegane şey, insan emeği, onuru ve hatta hayatı olmuş. Kimin umurunda.
Hiç birimizinumurunda olamadı zaten. Tv başında geçirlen o keyifli saatler boyu düşünmedik hiç birimiz. Bu dizilerde neler yaşanılıyor. İnsanlar hangi şartlarda çalşıyor. Ölenler neden öldü, sakat kalanlar neden yaralandı? Taki gurbetçi bir kızımız bu işlerin böyle gelip böyle gidemeyeceğini yüzümüze haykırıncaya kadar. Köle değil insanım ben, insan gibi çalışmak, insan gibi kazanmak ve insan gibi yaşamak istiyorum diyinceye kadar. Evet hepimizin ortak dileği bu. Peki bu evrensel dilek, ülkemizde neden yerine gelemiyor.
Çünkü kapaitalizmi icat edenlerin ruhuna rahmet okutacak kadar acımasız bir piyasa sisitemine mahkum edildik te ondan. 12 Eylül 1980 darbesinden itibaren hep emek “tu kaka”, “sermaya”, “para” baş tacı edildi de ondan. Kara paraların aklanıp, kara ellerin iş dünyasına hakim olması sağlndı da ondan.
İkitidarla arası iyi olmayan yapımcılık,bankacılık, patronluk  yapamaz oldu da ondan.  Sonuçta da paraya tapan insanların, kara insanların yanında etikti , insanlıktı, onurdu dediğimiz anda kovalanır olduk da ondan.
Onun için Meryem tükenmişlik sendromu yaşıyor. Selin sette ölüyor.Deniz yaralanıyor.
Onun için Ahmetler, Mehmetler tersanelerde demir yığınlarının altında kalıyor.
Onun için isimsiz onlarca emekçimiz madenlerden mezarlarda sonsuzluk uykusuna terk ediliyor.
Nereden nereye ....Ben magazin dünyamızın son çiçeği Meryem Uzerli’nin  yaşadıklarını paylaşacakkken , nerelere nerelere geldik. Evet bu çiçeği de soldurduk , tıpkı diğerleri gibi.Tüketttik.
Ama şunu görmeliyiz ki ve Meryem kızımız da bilmeli ki tükenmişlik hastalığına yakalanan bir tek o değil.  Çalışanlarını insan değil makine hatta köle gibi gören  patronlar yüzünden ülkece; oyuncusu, doktoru, bankacısı, beyaz yakalısı, mavi önlüklüsü, tulumlusu , baretlisi  tüm emekçiler  “tükendik” artık.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Balkondakiler


 “Cyrano de Bergerac”
Tiyatroya gönül vermiş herkesin  kalbinde özel bir yeri olan muhteşem eser. Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sergilenilecek diye duyunca nasıl meraklandığımı, heyecanlandığımı kelimelerle anlatmam zor. Bu müstesna eseri izlemek için fırsat kollarken, arada geçen zamanda değerli isimlerin kalemlerinden çıkan yorumlar heyecanımı daha da artırdı.  
.... “Kocaman birbaşlık sevinçle yerimden fırlattı beni.. Bir nefeste okudum..Ankara Devlet Tiyatrosu, Cyrano de Bergerac'ı yeniden sahneliyormuş.Yönetmen Işıl Kasapoğlu.. Kılıç düello sahnelerini Ali Tayla hazırlamış.Cyrano, seyrine doyamadığım oyunlardan biridir. Büyük Cüneyt'ten, muhteşem
Mücap'tan izledim, yıllar yıllar önce.. Sabri Esat Siyavuşgil'in olağanüstü şiirselçevirisi başımın ucunda durur.. Keyiflenmek istedikçe açar okurum.. Tiradlarınçoğunu ezber bilirim hatta..Şimdi hem de Işıl Kasapoğlu gibi bu ülkenin en önde gelen yönetmenlerinden biri,hem de Devlet Tiyatrosu'nun imkanlarıyla, müzikleri ve danslarıyla birlikte sahneyekoyuyorsa...”(Hıncal Uluç)

...Işıl Kasapoğlu'nun, 'üstün-yapım' anlayışıyla sahneye getirdiği 2012-13 Ankara DT yapımı 'Cyrano' , baştan sona 'teatral' bir konsepte oturtularak gerçekleştirilmiş. Sahne olayı, dekor (Hakan Dündar), giysi (Esra Selah), ışık tasarımı (Yakup Çartık), müzik (Joel Simon), birkaç noktada şarkı kullanımı ve 'toplu hareket akışı' yoluyla, 'operatik'/'müzikal' bir atmosferle sarılıp sarmalanmış. Böylece, oyunun temel dokusunu belirleyen 'şiir söylemi'ni sahnede yatkın kılacak bir altyapı oluşmuş.
Cyrano de Bergerac'ı oyunuyla ölümsüzleştiren Rostand'ın sahne dili olarak şiir kullanımı, oyunun Türkçe çevirisini yapan Prof. Sabri Esat Siyavuşgil'in metnini de ölümsüz kılmıştır. 'İstemem, eksik olsun' ve 'Herşey olayım derken hiçbir şey olamadı' tiradlarının birer 'arya' tadına ulaştırıldığı bu çeviri 'biricikliği'ni korumakta, sanatçılar için 'ustalık sınavı' niteliği taşımaktadır....(Ayşegül Yüksel)
...”Oyun, konudaki derinliği ele alamamasına rağmen, üç saati aşkın süresinde anlatmayı başarabildiği kadarını keyifli bir sunumla çıkarıyor karşımıza. Büyük usta Işıl Kasapoğlu, izleyiciyi sürekli oyuna bağlamayı başarıyor. Yönetmenin bu etkisine en büyük katkıyı ise şüphesiz ki dekor yapıyor. Hakan Dündar mükemmel bir sahne tasarlayarak son yıllarda izlediğim en güçlü dekoru ortaya koyuyor. Beş ayrı sahne tasarlanmış oyun için. Her biri şaşırtıcı detaylarla, hayranlık uyandıran bir sanat eseri. En son bölümdeki ağaç ise izleyenler arasında bir uğultu uyandıracak kadar ihtişamlı...”(Emre Saklıca)
Tüm bu yorumların eşliğinde tuttum  gişenin yolunu. Oyuna  pek çok temsil gerçekleşmiş olmasına rağmen o kadar yoğun ilgi vardı ki ancak balkondan bilet alabildim. Bu durum merakımı ve mutluluğumu daha da artırdı. Tiyatral bir ziyafet beni bekliyordu.
Oyun günü balkonda yerimi aldığımda çevremdeki aklımda replikler uçuşup duruyordu. Kah burun tiradından replikler, kah düello esansındaki tirad, zihnimden akıp geçiyordu.
Oyun ve hayal kırıkğım ise aynı anda başladı. Tamamen söz oyunları üzerine kurulu bu muhteşem eseri duyamıyordum.  Kıymetli sanatçılarımzın sesleri balkona ulaşmakta ne yazık ki büyük kayıplar veriyordu. Başroldeki birkaç oyuncunun sesleri hariç çoğunlukla mırıltı kıvamında duyulabildi. Sonrasındaysa oyunun pek bir anlamı kalmadı. Balkondaki 250 kişi; böylesine muhteşem bir eseri izlemekten ve duymaktan mahrum kaldı zaman zaman. Burada öncelikli sitemim tek bir seyiricinin bile  ne denli önemli  ve değerli olduğu gerçeğinden umarsızca uzak kalarak bu oyunun Büyük Tiyatro’da oynatılması sebebiyle Ankara Müdürlüğüne. Oyunun üçte birlik kesimi neredeyse sahnenin önünde geçen oyunda balkondaki izleyicler adeta hiçe sayılmış. Oyunu neredeyse ezbere bilmezem devamlılığı sağlayamayacaktım.
Çok güzel şeyler yazmak istesem de duyamadığım ve göremediğim bir oyun için birşeyler söylemek haksızlık olur diyerek satırları noktalamalı.  Ama dereyi geçip denizde boğulmak, bir çuval incirin berbat olması bu gibi durumlar için kullanılan sözler olsa gerek...
Altan Alkan